7 Mart 2012 Çarşamba

Arkadaşlık zor iş.

Garip bir durum var. Aslında oldukça sinir bozucu. İlk başlarda acaba benim paranoyalarım ve mızmızlığım kaynaklı mı bu konu diye düşünmüştüm fakat yavaş yavaş pek de öyle olmadığına karar veriyorum. Ben çok iyi niyetliyim ve hep bunu suistimal ediyorlar muhabbeti yapmayacağım burada. Çünkü değilim. Ya da öyleyim. Bilmiyorum. Her insan kadar iyi, her insan kadar kötüyüm büyük olasılıkla. Her neyse. Konuya gelelim.

Benim bir arkadaşım var. Kız. 3 senedir falan tanıyorum sanırım. Çok eğlencelidir. Hem onun hem sizin keyfiniz yerindeyken epey eğlenirsiniz. Çok hem de. Paylaşımcıdır. Evini açar. Merhametlidir. İyidir aslında genel olarak. Ama en yakın arkadaşım mıdır? Hayır. Ama severim. Çoğu insandan daha fazla şey paylaşmışımdır ve hala da paylaşıyorum. Ama epey garip bir şey oluyor iki seferdir. İlkinde anlam verememiştim. Sonrasında biraz daha netleşti her şey. Bu X kişisinin bana karşı olan tutumu ne zaman ben mutlu olsam değişiveriyor. Mutlu olmamdan biraz daha fazlası gerekiyor ya da bunun gerçekleşmesi için. Yani benim hayatımda bir şeyler iyi gidiyor ve onunki o sırada o kadar da iyi değilse, benden uzaklaşıyor, benim sevincimi kesinlikle paylaşmıyor. İlk işaretleri bunlardı ve açıkçası pek de şaşırmamıştım çünkü çok benmerkezcil bir insandı hep, yapı olarak. Bir diğer tek çocuk da ben olarak bu şeyi genellemek istemem ama, dünya onun etrafında dönüyor sanıyordu ve işin acıklısı, dönmüyordu. Neyse. Şaşırmamamın nedeni de 3 yıllık arkadaşlığımız boyunca bu insanın sürekli kendinden bahsetmesiydi sanırım. Ki ben dinlemeyi seven insanlardanımdır. Beni bile yormuş ve yıldırmıştı. İkinci olaydan sonra ben sanırım epey soğudum kendisinden ve kendimi çektim. Çünkü bu sefer benim hayatımda her şey epey yolundayken (kilo verme, mükemmel bir sevgiliye sahip olma, tez konuma az çok karar verme, bana en çok yakışan saç rengini sonunda bulma) bir anda ortadan kayboldu. Ben yanına gittiğimde ise birkaç kez, yokmuşum gibi davrandı. Belki şimdi aklınıza, acaba sen zaman zaman, işler yolundayken bu insanı ihmal mi ediyorsun diye soruyorsunuzdur. Hayır. Gerçekten. Buna özellikle dikkat ediyorum. Sorun başka bir şey ama halen tam çözebilmiş değilim. 

Bunu fazla düşünmemeye çalışıyorum ama yine de aklımı kurcalıyorum ve insanlardan uzaklaşmak istiyorum bu gibi durumlarda. Hep tek başıma olayım istiyorum. Bilmiyorum, sıkılıyorum galiba bu gibi şeylerden. Bu denli aleni olmasından.

Benden bu kadar sanırım.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Son zamanlarda en çok dinlediklerim.

Bu aralar ders çalışırken çok fazla müzik dinliyorum. Yoksa sıkıntıdan ölme eşiğine gelip gelip gidiyorum. Bir de yıllardır sabahları uyandığımda radyoyu açma alışkanlığım var. Kısacası seviyorum sevdiğim şeyleri dinlemeyi. Tavsiyelerimi uyup dediklerimi dinleyip insanlar beğenince de çok mutlu oluyorum (: Bazen de uyurken dinliyorum, o da pek güzel oluyor, öenririm. Size minik bir liste yapıcam şimdi, son zamanlarda en çok dinlediklerimden oluşan:


I Want the World to Stop - Belle and Sebastian
Life is Wonderful – Jason Mraz
Honey and the Moon – Joseph Arthur
50 Ways to Leave Your Lover – Paul Simon
Sky Blue Sky – Wilco
How to Fight Loneliness – Wilco
Rule My World – Kings of Convenience
Bookshop Casanova – Clientele
Yellow – Coldplay
Between the Bars – Elliot Smith
The Look – Metronomy
23 – Jimmy Eat World
Mr. Sandman – Chordettes
Ocean Spray – Manic Street Preachers
Everlasting – Manic Street Preachers
A Smile that Explodes – Joseph Arthur
Cinder and Smoke – Iron and Wine

Kahve makinelerini seviyorum.

Aslında yazının başlığı biraz yanlış oldu sanırım. Kahve makinelerini sevmiyorum. Bir kahve makinesi ile uzun süredir aşk yaşıyorum. Kahve makinelerinin kahvelerine bayılıyorum. Tüm kahvelerine bayılıyorum diyemem sanırım çünkü son 4.5 senedir aynı makineden aynı kahveyi içiyorum. Fakültenin zemin katında duruyor bu kahveci. 1 lira karşılığında kahve seçiyorsun ya da çay ya da salep. Salep yapabiliyor olmasına epey şaşırmıştım. Çayı nasıl yaptığı hakkında ise hiçbir fikrim yok. Çayı bence dem ve su ile karışık bir halde ve elbette sıcak olarak muhafaza ediyor ve insanlar “çay” düğmesine bastıkça onu veriyor. Çay 50 kuruş bu arada. 1 lira değil. Makinenin adı/markası aklımda değil. İçtiğimse basit bir sütlü kahve. Aslında bardak da minicik ki ben türk kahvesini bile koca kupalarda içerim. Sütünden mi kahvesinden mi bilmiyorum çok lezzetli. Ne Starbucks, ne Nero. Bu makine benim kahveye olan inancımı artırıyor. Ama bazen öyle komik ki, sanki makinenin canı kahve yapmak istemiyor. Paranı alıyor ama boş bardak veriyor. Bazen bardak ve karıştırıcı (yine kahve yok). Bazen bardağa azıcık süt doldurup kahve koymayı unutuyor. Zaman zaman da her şeyi tam yapıp bardağı deviriyor. Komik değil mi? Hani romanlarda da karakterleri hataları ve sevapları ile severiz, hataları ve sevapları olmayanları gerçek bulmayız ya. Tam da onun gibi. Bu makine, insan aklının ve pozitif bilimlerin ürünü. Adamlar ve kadınlar düşünmüş, yapmışlar. Kahvenin kökeninde ise elbette işgaller, zorla çalıştırılan yerliler vs. Şimdilik bunları düşünmeyelim. Ne diyordum. İşte böyle arada hatalar yapması o makinenin içinde minik bir adam yaşadığına inanmama sebep oluyor bazı bazı. Siparişleri alan, yapan ve boş vakitlerinde Posta gazetesinin bulmacalarını çözen. 

Olamaz mı? Olabilir.

Olduğu gibi.

Buraya aklıma ne gelirse yazarım demiştim. Bundan sonra tam da böyle yapmaya karar verdim. 
Çünkü yazmak güzel. 
Hayattaki her şey güzel değil. 
Çirkin şeylerin miktarının güzel şeylerin miktarını geçmesi tehlikeli ve tatsız. 
E o zaman, başlıyorum.